
evlen benimle
31 Ekim 2020 Cumartesi
Remus için her zamanki Londra gecelerinden biriydi. Gece kulübü, alkol, müzik, arkadaşlar, alkol ve daha çok alkol. Bu tip geceleri çok sevdiğinden değildi tabii ama şirkette geçirdiği uzun saatlerden sonra böylesi bir rahatlama ona hediye gibi geliyordu.
Masanın üzerindeki telefonunu çevirip saate baktı. 2:25. Tam vaktiydi. Birazdan mekana Black gelecek ve Remus için geceye nokta koyma vakti tam bu ana tekabül edecekti. Onunla aynı mekanda olmaya katlanamadığından değildi elbette fakat Remus, Sirius ile aynı mekanda ne kadar az durursa o kadar huzurlu hissediyordu. Aralarındaki çekişme 15 yaşından beri sürüyordu ancak artık 32 yaşına gelmiş Remus için, beyin yaşı hâlâ 15 olan Sirius'la uğraşmak yorucu olmaya başlamıştı. Vücudu alkol sayesinde yeni yeni gevşemişti ve bunu Sirius Black'in bozmasına müsaade etmeden sakin bir şekilde evine geçip pürüzsüz bir uyku çekmek için kullanmak istiyordu.
Fakat Remus'un istedikleri son zamanlarda evren tarafından pek de umursanmıyor olacak ki, ismini işitti.
James her zamanki neşeli haliyle "Remus!" diyor, karşıdan kendisine doğru gelirken el sallıyordu. Remus'un dudaklarına eski dostunu gördüğünde yayılan gülümseme, James'in arkasından hiç değişmeyen o burjuva tavrıyla acelesiz bir şekilde yürüyen Sirius'u görünce biraz titredi. Sirius Black takım elbisesi olmadan daha da sinir bozucuydu ve elinde değildi ama Remus onun bu deri ceket sevdasını biraz komik buluyordu.
"James," dedi Remus da. Çoktan ayağa kalkmıştı ve arkadaşına sarılıyordu. "Ne yapıyorsun burada? Lily ve Harry nerede?"
"Evdeler," dedi James. Gözlüğünü hafifçe ileri itmiş, baş parmağıyla arkasındaki Sirius'u işaret etmişti. "Bu gece duygusal destek için buraday-"
Cümlesini tamamlaması Sirius'tan yediği dirsek yüzünden mümkün olmasa da; Remus, Lily'nin konu eğer Sirius'a destek vermekse James'in striptiz kulübüne gitmesine bile bir şey demeyeceğini gayet iyi biliyordu.
Kendi kehribar gözleri istemsizce açık gri gözlerle buluştuğunda hafifçe kafasını eğip onu selamladı. "Black."
"Lupin," dedi Sirius da. Remus aksanına gıcık oluyordu. "Uyku vaktin gelmiş sanırım, hepimiz yalnızca 32'yiz fakat 32 sende 50 gibi duruyor."
"Oh," dedi Remus. O kadar büyük gülümsemişti ki, Sirius'un gözleri istemsiz gamzelerine düştü. "Olgun olduğumu düşünüyorsun, mutlu oldum. Benim açımdan ise 32 sende sadece 15 duruyor." Ardından elini Sirius'un omzuna koymuş ve sıcacık bir şekilde gülümserken iki kez pat patlamıştı. "Büyü biraz."
Sonra, ondan bir cevap beklemeden tekrar James'e döndü. "Ben gidiyorum dostum. Lily'e selam söyle, Harry'i de benim için öp. İyi eğlenceler."
James kocaman gülümseyerek kafasını salladı. "Dikkatli git."
"Hm, merak etme."
Ardından Sirius'un bile etki edemediği uyuşuk bedeniyle yavaş yavaş yürüyerek gece kulübünden ayrıldı. Aralarındaki bu çekişme, kaldıkları yatılı okulda James'in Sirius ile kendisinin arasına arkadaş olarak Remus'u da katması ile başlamıştı. James iyi, nazik ve güzel kalpli bir insandı. Yanında saldırgan bir köpek gibi dolaşan Sirius'a rağmen Remus onunla arkadaş olmaya hayır diyememişti ve bu kararından 17 yıl sonra bile (Sirius'a rağmen) asla pişman olmamıştı. Esasen, Sirius ile arasındaki bu çekişmeyi saçma buluyordu çünkü Remus'un, James'i Sirius'tan tamamen koparıp yalnızca kendi dostu yapmak gibi bir amacı yoktu, hiç olmamıştı. Buna rağmen Sirius'un kıskançlığı ikisini yıllardır süregelen bu çekişmeye itmişti ve Remus bu çekişmeden kurtulmak için pek de çabalamıyordu. Sonuçta Sirius Black'i huzursuz ve gıcık etmek onun yıllardır sürdürdüğü bir eğlence biçimiydi.
Boynunu sağa ve sola eğerken ekim ayının gece serinliğine çıkıp iç çekti. Kışı sevmiyordu. Üstelik bu sevgi azlığına ellerinin, burnunun ve ayaklarının asla ısınmaması da yardımcı olmuyordu. Çabucak telefonunu çıkardı ve şoförü Alex'i aradı.
İki buçuk dakika içinde arabasının arkasında sere serpe yayılırken gözlerini yumdu. Aklında uyumak istediğinden başka hiçbir şey yoktu.
2 Kasım 2020 Pazartesi
“Bay Lupin, babanız sizi görmek istiyor efendim.”
Harika. Pazar günü, uzun zamandır hissetmediği o huzurla şöminesinin önünde tüm gün boyunca kitap okumasının bedeli pazartesi gününün bu denli yoğun geçmesiydi. Remus bunu anlıyordu. Sabahtan beri iki toplantıya girmiş ve bütçe açıklarının içine gömülerek şirket yararına olacak düzenlemeler sunmak için kafasını patlatmıştı. Olabilecek en uygun çözümü bulduğunda saat akşam beşe geliyordu ve ancak oturmuş, kendisi için bir bardak papatya çayı istemişti ki, şimdi de babası çağırıyordu.
Bir süre boyunca baş ve işaret parmağıyla burun kemerini sıktıktan sonra kafasını kaldırıp, “Tamam,” dedi. “Birazdan gideceğim.”
Sekreteri anlayışlı bir şekilde kafasını eğip dışarı çıktığında Remus iç çekti. Sol şakağında baş gösteren ince sızı daha da canını sıkarken papatya çayından üst üste iki yudum içip askılıktaki ceketini giydi ve bir üst kattaki babasının odasına çıkmak için asansöre doğru yürüdü. Şanslıydı ki, asansör onun olduğu kattaydı.
Tuşuna bastığı an açılan kapılarla gördüğü ilk şey aynadaki kendi yüzü oldu. Neredeyse bal rengi görünen açık kahverengi saçları, sabah düzgün bir şekilde yapmış olmasına rağmen dağılmış, birkaç buklesi alnına düşmüştü. Kehribar rengi gözleri yorgun bakıyordu ve aslında yüzünde canlı görünen tek şey nizami bir şekilde burnunun üstünden yanaklarına, alnına ve biraz da çenesine doğru yayılan çilleriydi. Sağ eliyle boynuna masaj yaparken aynaya arkasını döndü ve onu bir üst kata götürecek tuşa bastı. Babasının onu yanına çağırdığı mesele her neyse, uzun sürmemesini diliyordu.
Uzun koridorun sonuna uzun bacakları sayesinde çabucak ilerleyerek, sağ tarafında kadife isimliğe yazılmış Lyall Lupin yazısına bir süre boyunca baksa da, ardından duruşunu düzelterek kapıya hafifçe iki kez vurmuş ve içeri girmişti.
Lyall Lupin, “Remus,” dedi gülümseyerek. “Yoğun bir gün müydü?”
“Öyleydi. Beni görmek istemişsin baba, bir sorun mu var?”
“Ah, hayır. Otur şöyle, seninle bir konu hakkında konuşacaktım.”
Remus hafifçe kafasını sallayıp ceketinin önünü açmış ve babasının neredeyse kırmızıya kaçan maun masasının önündeki deri koltuklardan birine oturmuştu.
“Dedikoduları duymuşsundur,” dedi Lyall Lupin çabucak ve Remus’un babasıyla ilgili sevdiği şeylerden biri buydu. Konuyu uzatmaz, diyeceği neyse çabucak onu anlatmaya girişirdi.
Remus kaşlarını kaldırdı. “Hayır, aslına bakarsan. Bir şey duymadım.”
“Blackler hakkında, en büyük oğulları Sirius’a anlaşmalı evlilik ayarlıyorlarmış.”
Remus, bu bilgi beyin süzgecinden geçerken gözlerini kırpıştırdı. Sirius’a? Sonra aklında bir ampül yandı. Demek ki cumartesi günü James’in bahsettiği duygusal destek bunun içindi. Ki bu da demek oluyordu ki, Sirius bu anlaşmalı evlilik meselesinden mutlu değildi.
“Anladım,” dedi Remus. “Fakat bunu neden benimle konuşmak istedin?”
“Çünkü,” dedi Lyall Lupin, yüzünde ‘seni neden çağırdığım açık değil mi?’ ifadesiyle. “Sana da anlaşmalı bir evlilik ayarladım.”
Remus kaşlarını çattı. Şakağındaki sızı giderek güçleniyordu. “Bu da ne demek oluyor?”
“Blackler’in böyle bir yola başvurmasının nedeni açık, şirket bünyesini güçlendirmek. Duyduğuma göre Meadoweslar’la anlaşmışlar.”
“Meadoweslar mı? O ailede böyle bir anlaşmaya uygun kim var ki? Dorcas mı?”
“Sanıyorum ki evet.”
“Tamamen saçmalık,” diye patladı Remus. “Sirius’u da, Dorcas’ı da tanırım ve ikisinin evlenmesi felaketten başka bir şey getirmeyecektir.”
Lyall Lupin umursamaz bir şekilde omuz silkip, “Orası bizi ilgilendirmez,” dedi. “Bizi ilgilendiren şey senin anlaşmalı evliliğin.”
“Baba,” dedi Remus sakin olmaya çalışarak. “Benim anlaşmalı evliliğim falan yok. Böyle bir şeyi onaylamıyorum.”
Lyall Lupin’in yüz hatları sertleşirken oğluna kızgın bir bakış attı. “Ne demek onaylamıyorum? Anlaşma çoktan yapıldı bile.”
Remus aniden ayağa kalkıp ellerini babasının masasına yasladı. “Anlaşma çoktan yapıldı mı? Benim yerime evlenecek olan senmişsin gibi ne kadar kolay söylüyorsun.”
“Terbiyesizlik etme,” dedi Lyall Lupin. “Şirket için bunun nasıl bir nimet olduğunu göremiyor musun? Eğer McKinnonlar’la ortaklık kurarsak belki Blackler’i bile geçeriz.”
“McKinnon?” Remus parmaklarını saçlarının arasından geçirirken büyük bir kahkaha attı. “Benimle evlenmesi için anlaştığın kişi Marlene mi yoksa?”
“Evet,” dedi Lyall. “Tanıyor musun?”
“Elbette tanıyorum!” diye bağırdı Remus. Marlene, üniversiteden çok yakın arkadaşıydı ve kendisi gibi kuirdi. Anlaşmalı evlilik Remus için başlı başına korkunç bir şeyken, bu anlaşmanın karşı tarafında Marlene’in olduğunu bilmek Remus’u hepten çileden çıkarmıştı. Katiyen böyle bir şeye müsaade edemezdi.
“Tanıyorsan güzel,” dedi Lyall Lupin. Oğlunun aklından neler geçiyor birazını bile görmüyor, görse bile belli ki umursamıyordu. “Marlene ile konuşuldu, aileler onaylıyor. Önümüzdeki hafta evliliğinizi yapar ve üç gün öncesinden basına duyururuz.”
“Baba,” dedi Remus ve sesinden bile sınırda olduğu anlaşılıyordu. “Marlene ile evlenmeyeceğim.”
Babasının kaşları çatıldı. “Anlaşma yapıldı diyorum, Remus. Sana evlenir misin diye sormadım, şirket için yapılması gereken bir şey bu. Marlene ile evlendikten sonra şirketin CEO’su olarak seni tanıtacağım.”
“Senin şirketin için çoktan bir sürü şey yaptım zaten. Mesleğini yapmak istediğim bölümü okusam da bu isteğimi bir kenara atıp senin için burada çalışıyorum. CEO olmak falan da istemiyorum, en başta burada çalışmak istemeyen bendim, gözüm neden CEO’lukta olsun? Bunu bir vaatmiş gibi söylemene inanamıyorum. Beni gerçekten hiç tanımıyorsun.”
Lyall ayağa kalkıp, “Seni elbette tanıyorum!” diye bağırdı.
“Eğer beni tanıyor olsaydın gey olduğumu bilir, bana heteroseksüel bir evlilik ayarlamazdın!”
Lyall Lupin bir anda kalakaldı. Oğlunun cinsel yönelimini bilmiyor değildi fakat yüz ifadesine bakılırsa, bu gerçeği henüz idrak etmişti.
“Remus,” dedi tekrar. Sesi yakarır gibi çıkıyordu.
Remus bekledi. Gerçekleşmesinin %1 bile olmadığını bile bile babasının “tamam, senin istediğin gibi olsun” ya da “düşünemedim, özür dilerim” demesini bekledi ama elbette babasının dudaklarından bunlar yerine bir rica değil, daha çok bir beyan gibi “Lütfen,” dökülmüştü.
Remus uzun birkaç dakika boyunca yalnızca babasının yüzünü izleyip ardından hafifçe gülümsedi. Her zamanki sıcak gülüşlerinden biriydi fakat bu sefer gülümsemesi gözlerine ulaşmıyordu. Üzerinde; emrivaki yapılmasının siniri bir yana, sırf şirket bünyesi güçlensin diye babası tarafından duyguları, düşünceleri ve cinsel kimliğinin tereddütsüz bir şekilde bir tarafa atılmasının kırgınlığı vardı.
Daha fazla konuşmak istemedi çünkü konuşursa sesinin titreyeceği biliyor, bunu babasının da fark etmesini istemiyordu. Gerçi fark etmeyeceğinden emindi ama şimdi bunu da düşünmek istemiyordu.
Belli belirsiz bir baş selamıyla arkasını dönüp, hâlâ ona umutlu gözlerle bakan babasını ardında bırakarak odadan çıktığında aklında yapmak zorunda olduğu iki şey yanıp sönüyordu.
Bunlardan biri; Marlene’i arayıp nasıl olduğunu sormak ve ikincisi ise; bu siktiğimin anlaşmalı evlilik saçmalığından kesin bir şekilde kurtulmasını sağlayacak bir plan bulmaktı.
3 Kasım 2020 Salı
Remus çaresiz haldeydi.
Saat öğleden sonra dördü geçiyordu fakat Remus ne işe gitmiş ne Marlene’i aramış ne de bu anlaşmalı evliliği bozacak bir plan bulamamıştı. Tüm gece uyuyamadığı için gözlerinin çevresi kıpkırmızı, saçları her düşüncesi çıkmaza girdiğinde ellerini içlerine daldırdığı için darmadağınık ve omuzları çökük haldeydi.
Ne yapacağını, bu durumdan kurtulmak için hangi yolu izleyeceğini bilmiyordu fakat emin olduğu bir şey vardı ki bu, Marlene ile asla evlenmeyecek olduğuydu.
Bu düşünceye sarılıp kendinden emin bir şekilde kafasını salladığında telefonunu çıkardı ve direkt olarak rehberden Marlene’in ismine dokundu. Dünden beri neden arkadaşından kaçındığını bilmiyordu, nihayetinde bu durumdan en az kendisi kadar Marlene de madurdu.
“Remus?”
Çağrısı cevaplanır cevaplanmaz ismini arkadaşının sesinden duyduğunda, Remus oturduğu koltuktan kalktı. “Marlene?” dedi o da. “Nasılsın?”
“Bok gibi. Sen nasılsın?”
“Aynı.” Hat bu andan sonra sessizliğe boğulduğunda Remus sıkıntıyla iç çekti.
“Remus,” dedi Marlene bir süre sonra. “Bu senin suçun değil, biliyorsun değil mi?”
“Biliyorum ama yine de suçlu hissediyorum. Ailen senin cinsel yönelimini biliyor muydu?”
Marlene’in iç çektiğini duydu. “Bilmem? Yani açık açık ben lezbiyenim demedim ama birkaç kız arkadaşımdan bahsettiğim olmuştu.”
“Belki bi olduğunu düşündüler,” dedi Remus. Sonra iç çekti. “Babam cinsel yönelimimi biliyordu fakat evlenecek olan ben olmama rağmen beni bir kez bile aklına getirmeden yalnızca şirketi düşünerek hareket etti. Dün ben geyim dediğimde bu gerçeği henüz idrak etmiş gibi görünüyordu.”
“Oh, Remus…” dedi Marlene. Sesi çok üzgün geliyordu.
“Sorun değil, umursamıyorum fakat onların dediğini yaparak seninle evlenip hayatı ikimize de zehir etmeye niyetim yok Marlene.”
“Ne yapacaksın?”
“Henüz bilmiyorum. Dünden beri düşünüyorum ama aklıma bir çözüm yolu gelmiyor.”
Marlene iç çekti. “Ben de öyle. İstemediğimizi söylemenin bu anlaşmayı bozmaya yetmemesi beni delirtiyor. Eğer başıma böyle bir şey geleceğini bilseydim üniversite üçüncü sınıftayken Adeline’in ettiği evlenme teklifini kabul ederdim.”
Remus buna, tüm keyifsizliğine rağmen neşeli bir kahkaha atarken bir anda kafasının içinde yanan ampülle gülmeyi durdurup “MARLENE!” diye bağırdı. “İşte bu!”
“Ne?” dedi Marlene. Sesinde hem kafa karışıklığı hem de umut vardı.
“Eğer zaten evliysek bizi evlendiremezler!”
Hattın ucunda bir an sessizlik oldu ve Remus heyecanlıydı. Uykusuz ve yorgun olmasına rağmen şöminesinin önünde heyecanlı adımlarla volta atıyordu.
“Tamam,” dedi Marlene. “Evet, bu iş görürdü ama bu kadar kısa bir sürede kiminle evlenmeyi düşünüyorsun? Bildiğim kadarıyla senin ve ne yazık ki benim de hayatımızda birileri yok.”
Remus’un adımları önce sekteye uğradı, ardından da tamamen durdu. “Doğru,” diye mırıldandı ama bu daha çok kendisi için bir hatırlatmaydı. “Doğru, bunu düşünemedim.”
“Sorun değil,” dedi Marlene hemen. “Halledeceğiz. Fikri bulduk sonuçta, ben bir çevreye bakınayım benimle evlenmek isteyen çıtırlar var mı diye.”
“Marlene…” diye kahkaha attı Remus. “O işler bu şekilde yürümüyor biliyorsun değil mi?”
“Evet, evet.” Sesi artık sıkıntılı geliyordu. “Ama boş durmaktan iyidir.”
Remus iç çekti. “Pekala, ben de bir bakınacağım. Bir çözüm yolu bulursam sana haber veririm.”
“Tamamdır,” dedi Marlene. “Öptüm.”
“Ben de seni.”
Çağrı sonlandıktan sonra Remus, elindeki telefonla kalakalmış bir halde şömine ateşine bakmaya devam etti. Çözümü bulmuştu evet, eğer zaten biriyle evliyse bu anlaşmalı evlilik saçmalığı gerçekleşemezdi fakat bu çözüm beraberinde başka bir problemi daha getirmişti. Kiminle evlenecekti?
Sıkkın bir nefes vererek kendisini yeniden tekli koltuğa attığından telefonundan mesaj bildirimi sesi yükseldi, James’ti.
“Dostum bu akşam geliyorsun değil mi?”
Remus gözlerini kırpıştırdı. “Nereye?”
James göz deviren bir sticker attıktan sonra, “Elbette Sirius’un doğum gününe,” yazdı. Remus bugünün tarihe bakarak “tabii ya” diye düşündü. “Bugün 3 Kasım.”
“Bilmiyorum,” yazdı James’e. “Başımda epey büyük bir dert var. Hem doğum gününe gelmemin Sirius’u mutlu edeceğini sanmıyorum.”
“Saçmalama dostum. Göstermiyor olabilir ama Sirius sana da değer veriyor, elbette doğum gününde seni de görmek ister. Başındaki epey büyük dert nedir bu arada?”
Remus, Sirius’un kendisine değer falan verdiğini düşünmüyordu ama James gibi altın kalpli birinin bunu anlayabileceğini düşünmüyordu, bu yüzden karşı çıkmak adına bir şey demeden direkt olarak, “Sirius’un başındaki dertle aynı,” yazdı.
Cevap çabuk gelmişti. “SENİ DE Mİ EVLENDİRİYORLAR?!!!! KİMİNLE??”
Remus cevabı yazmadan önce iç çekmişti. “Marlene.”
“Aman tanrım! Marlene lezbiyen ve sense geysin! Bu ne boktan bir iş??”
“Biliyorum. Sirius nasıl bu arada? Onun da başında aynı dert var ama partiliyor, inanılmaz biri.”
James, “Sirius’u bilirsin,” yazdığında Remus bunu istemsizce kabul etti. İyi anlaşıyor falan değillerdi, hatta Remus emindi ki Sirius ona gıcık oluyordu fakat James haklıydı. Aralarında köprü görevi gören James sayesinde senelerce beraber takılmışlardı ve bu yüzden Remus sahiden Sirius’u biliyordu, bilmek zorunda kalmıştı. “O da evlenmek istemiyor ama bir çözüm yolu bulamadı. Kabullenme aşaması epey sancılıydı, bu yüzden doğum gününde tüm olanları unutana kadar içmek istiyor.”
“Bekle!” yazdı Remus. Tabii ya! Bu neden aklına gelmemişti ki? Şu an kendisi de, Sirius da bir çıkmazdaydı ve neden olmasındı?
James’in soru işaretleri dolu bir sticker atmasının hemen ardından Remus, “Doğum günü nerede olacak?” yazdı.
“Kensington Roof Gardens. Saat 9’da başlayacak.”
“Tamam,” yazdı Remus ve saate baktı. Beşe geliyordu. “Orada olacağım.”
James’in sevinçle dans eden teletabi gifi atmasının ardından telefonunu orta masaya bırakıp bir süre boyunca boşluğu izledi. Evet aklında bir plan oluşmuştu ama bu planın da sonucundan emin değildi. Sirius’un başına gelen olaylara gösterdiği garip tepkiler de göz önüne alındığında Remus sunacağı bu teklifin sonucunun nereye gideceğinden emin olamıyordu ama şu an elindeki tek çıkış kapısı da buydu. Zorundaydı, yapacaktı.
Remus, önünde hazırlanmak için sahip olduğu dört saati gayet yararlı kullandığına inanıyordu. Bir saati bir şeyler hazırlayıp yemeye, diğer bir saati duş alıp giyeceklerine karar vermeye, başka bir saati Sirius’a kafasındakileri nasıl dile dökeceği hakkında prova yapmaya ve son bir saatin ilk otuz dakikasını volta atarak geçirdikten sonra kalan yarım saati mekana ulaşmak için yola çıkarak tüketmişti.
Remus’un günlük tarzı boru paça pantolonlar, yumuşak oversize kazaklar, yan takılan minik çantalar ve Converse’den oluşuyordu fakat bugün, eğer giydiklerine özenmediğini söylerse yalan olurdu. Annesinin uzun bacak boyunu ortaya çıkardığına inandığı dar siyah pantolonlardan birini giyip, üstüne de siyah boğazlı kazağını geçirmişti. Siyah kaşe montu ve siyah botlarıyla içindeki sıkıntıyı yansıttığını biliyordu ama yandan ayırıp birazını alnına bıraktığı dalgalı bal rengi saçları sayesinde bu sıkıntıyı biraz da olsa dağıtmış olacağını umuyordu.
Mekanın kapısına gelip ismini söylediktensonra içeri alındı. Mekan gürültülüydü ama içerisinin sofistike havası bu gürültüyle bir kontrast oluşturmuştu ve bu sayede insanı bunaltmıyordu. Çoğu insan çoktan müziğe kendini kaptırmış halde, su gibi alkol tüketiyordu. Kehribar gözlerini etrafta dolaştırıp açık gri gözlerle karşılaşmayı beklese de, karşısında aniden zümrüt yeşili gözlü Lily’i buldu.
“Remus!” diye bağırmış, parmak ucunda yükselerek narin bileklerini Remus’un boynuna sarmıştı.
Remus karşılığında kollarını kadının beline sararken “Lily,” dedi. Tanıdık kolların arasında olmak anında onu rahatlatmıştı. “Nasılsın? James nerede? Ya Harry?”
“İyiyim,” dedi Lily. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu ve 32 yaşında üniversitedeki halinden bile güzeldi. “James bizim için alkol almaya gitti, Harry ise Euphemia’nın büyülü ellerinde.”
“Oh, güzel. Çok özledim Harry’i, şirket çok yoğun bu yüzden son zamanlarda uğrayamadım size.”
Lily anlayışla gülümseyip Remus’u oturdukları yere doğru götürmek için koluna girmişti. “Olsun, vakit bulduğun ilk an uğrarsın.”
Remus kararla “Öyle yapacağım,” dedi ve tam da o an James Potter elindeki iki kokteyl bardağıyla göründü.
“Dostum, hoş geldin,” derken kocaman gülümsüyordu.
“Hoş buldum,” dedi ve tam Sirius’un nerede olduğunu soracaktı ki, James’in iki adım gerisinden dağınık bir şekilde arkadan topladığı saçları, şık siyah gömleği, açık bıraktığı düğmeleri yüzünden göğsünde görünen dövmeleri ve şaşkın ifadesiyle onu kendisine bakarken gördü.
“Remus,” dedi Sirius. Yüzündeki şaşkınlığın yerini her zamanki kibirli ifadeye bırakması yarım dakika bile sürmemişti. “Davet ettiğimi hatırlamıyorum?”
Remus, James’in ona attığı dirseği görmezden gelerek gülümsedi. “Oh, öyle mi? O zaman davetli listesinde adım neden var? Kapıdan hiç zorlanmadan geçtim.”
Sirius gözlerini kısıp James’e baktığında Lily araya girip, “Pekalaaa,” dedi. “Bugün Sirius’un doğum günü, neden sürtüşmenizi izlemek yerine keyfimize bakmıyoruz?”
James, eşi dünyanın en mantıklı şeyini söylemiş gibi hevesle kafa sallarken Remus araya girdi. “Aslında ben buraya Sirius’la bir şey konuşmak için gelmiştim.” Ardından bahsi geçen kişiye baktı. “Konuşabilir miyiz?”
Sirius, Remus’un onunla konuşması sanki kötülük dolu bir planın ilk aşamasıymış gibi şüpheci bir şekilde Remus’a bakarken James konuyu anlamış gibi, “Tabii,” dedi. “Biz Lily ile dans pistinde olacağız. Keyfinize bakın dostlarım.”
Ardından ikisinin de omzunu pat patlayıp elini tuttuğu Lily ile beraber oradan uzaklaştı. Sirius kıstığı gözleriyle hâlâ Remus’un yüzünü izlerken Remus gözlerini devirip “Daha sessiz bir yer yok mu?” diye sordu. “Konuşmak istediğim konu ciddi.”
Sirius, “Ne karıştırıyorsun Remus?” diye sormasına rağmen bir adım atmış ve ondan bir cevap beklemeden Remus’un istediği daha sessiz olan o yere doğru adımlamaya başlamıştı.
Vardıkları yer çatı katının sağ tarafında kalan, flamingoların da olduğu daha sessiz, daha yeşil ve daha huzurlu bir yerdi. Remus kafasını toplamak için derin derin nefesler alıyordu çünkü konuya nereden girecekti ki? Prova ettiği konuşmaları düşündü.
Biri şöyle bir şeydi; duydum ki ailen sana anlaşmalı evlilik ayarlamış, ne tesadüf ki benimkiler de bana ayarladı ama ben geyim. Yani Marlene ile evlenmektense seninle evlenirim, ne diyorsun?
İkincisi ise şöyle; tamam bana karşı yıllardır süregelen bir gıcıklığın var ama bunu birkaç aylığına kenara atıp ailelerimize omuz omuza vererek karşı çıkamaz mıyız?
Remus, bu şekilde neredeyse sekiz konuşmayı aklında prova etmişti fakat şu an hiçbiri mantıklı gelmiyordu. Özellikle de açık gri gözler üzerinde gezinip onu gererken, prova yaptığı bu konuşmalardan herhangi birini ona söylerse kendisini aptal konumuna düşüreceğini bildiğinden dudakları bir türlü aralanmıyordu ve Sirius ise Sirius’tu. Karşısındaki kişinin konuşacağı her neyse kendisini hazırlamasını bekleyecek kadar sabrı yoktu.
“Ne oluyor Lupin?” dedi kaşlarını çatmış halde. “Delirmiş gibi görünüyorsun.”
Remus ancak o zaman Sirius’un önünde volta attığını ve bunu çok hızlı yaptığından, yan tarafındaki dikey havuzda gezinen flamingoları kaçırdığını fark etti.
Sakinleşmesi gerekiyordu. Ucunda ölüm yoktu ya? Sirius’a bunu teklif edecek, ardından reddedilse bile hiç yoktan denedim diyecekti. Ayrıca en azından Sirius Black gibi parti yapmayı düşünmektense düştüğü bu durumdan kurtulmak için bir şeyler denemiş olacaktı ki bu da, Remus Lupin hanesine yazılan artı bir rakam demekti.
Yani, evet. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu.
Bu yüzden Remus adımlarını Sirius’un tam önünde durdurmuş ve derin bir nefes alıp verdikten sonra ise dudaklarını aralayıp, “Sirius,” demişti. “Evlen benimle.”
Bir anda her şey durmuştu sanki. Remus alacağı karşılıktan emin olamadığı için kalbi hızlıca atarken ne arkada çalan müzik sesini, ne kahkahaları ne de konuşmaları duyabiliyordu. Gözleri Sirius’un üzerinde geziniyor, kulakları ise yalnızca Sirius’un cevabı için tetikte bekliyordu ama bir cevap yoktu. Yalnızca sessizlik.
Remus huzursuz bir şekilde elini saçlarından geçirirken “Sirius?” dedi ve aralarındaki sessizlik tam da bu anda kırıldı.
Sirius Black deli gibi gülüyordu. Gülüşü o kadar içtendi ki vücudu sarsılıyor, gözlerinden yaş geliyordu.
Remus bir kez daha, bu sefer biraz da kızgın bir halde yeniden “Sirius?” dedi. O burada stresten kurdeşen dökmek üzereydi fakat karşısındaki adam umursamaz bir halde kahkahalara boğuluyordu. Ağırlığını sağdan sol ayağına verdi ve Sirius’un yüzünün önünde parmağını şıklattı. “Sana diyorum.”
Sirius yüzüklü parmaklarıyla gözündeki yaşları silerken biraz daha toplanmış gözükse bile hâlâ kıkır kıkır gülüyordu. Remus, sanki Sirius’un sabırsızlığı kendisine geçmiş gibi hissederken dudaklarını aralamıştı ki, Sirius’un sesini duydu.
“Gerçekten delirmişsin.”
“Delirmedim!” diye karşı çıktı hemen ama Sirius ona gerçekten aksini düşünüyormuş gibi bakıyordu.
“Delirmişsin Lupin, aksi halde neden bana evlen benimle diyeceksin?”
Remus, evlen benimle derken Sirius’un kendi taklitini yaptığını görmezden gelerek “Çünkü,” dedi. “Tek çare bu.”
Edeceği teklifi şimdiye kadar “tek çare” olarak düşünmemişti ama artık biliyordu.
Gerçekten de Sirius Black’in onunla evlenmesi, ikisi için de tek çıkış kapısı ve tek çareydi.