denizler | bronseele

崩坏:星穹铁道 | Honkai: Star Rail (Video Game)
F/F
G
denizler | bronseele
Tags
Summary
denizler almış götürmüş benden denizlerin aşığını, aşkımı.

Tahtaları çürüyüp kendini suların biricik sevgilisi yosunlara teslim etmiş iskelede büyük küçük demeden, her an tahtalardan biri acı bir çatırtıyla kırılıp da suyu boylama ihtimali yokmuşçasına adımlıyordu Bronya. Gözyaşları belledikleri damlaları dökmeye niyetli kara bulutlarla dolu, sisli ve sisin beraberinde taşıdığı kasvetle boyanmış bir sabahın en erken saatleriydi. Göz gözü görmüyordu ve hoş, zaten gören bir göz olsa Bronya'nın bu saatte, bu köhne iskelede sonunda keçileri kaçırdığını düşünmekten ve yoluna devam etmekten öteye gitmeyecekti. Ne keçileri kaçırmıştı ne de üşütmüştü oysa, kim ne bilsin.

İskelenin en ucuna gelince durdu. Kalınca odundan ibaret direklere vuran dalgalar sebepli sürekli daha bir gıcırtı ulaşıyordu kulaklarına. Umursamadı, derin bir nefes çekti. Masmavi denizin en belirgin imzası hâline gelmiş tuz kokusunu taşırken bir yandan da uzun elbisesinin etekleriyle dans etmeyi kendine görev bilmiş rüzgarı kucaklamak istercesine açtı kollarını, yorgun gözlerini yumdu. Şimdi tek gördüğü güneşli bir gün, hırçın olmaktan çok uzak dalgalarıyla sonsuzluğa uzanan bir deniz ve kendisine karşı aşktan başka şey beslemediği bariz o kızdı. İsmi Seele olan hani. Denizci Seele. Aynı iskeledeydi fakat tahtalar çok daha genç ve dinç, şimdiki gibi sarsılmıyordu öyle. Bir gemi vardı yanında bir de, Seele'yı alıp kendinden uzaklaştırmayı bekliyordu salına salına. Bu olmadan hemen evvel kenetlenmiş zincirleri kıskandıracak sıkılıkta bir sarılma almıştı Seele'dan. Ardından yanağına kondurduğu arkadaşça bir buse; sıcak mı sıcak, yumuşak mı yumuşak...

Yaşlar doldu gözlerine. Bedenindeki tüm güç insanüstü bir varlık tarafından aniden sömürülmüş gibi çöküverdi soğuk tahtanın üzerine. Yirmi yıl evvelinden kopup gelen silik bir anıydı bu artık. Üzeri tozlanmış, kitaplığın altında çürümeye mahkum edilmiş film şeritleri misali bozulup gitmişti parça parça. Hatırlamıyordu menekşe saçlarının güneşin altında nasıl da kıvılcımlar çaktığını yahut sesinin hiçbir detayını. İnce miydi kalın mıydı, sinirlenince nasıl çıkardı mesela? Böyle düşündüğüne bakmayın, son sözleri dünmüş gibi hatırında hâlâ.

"Beni bekle, Bronya."

Şimdilerde kül saçlarının arasına kar taneleri gibi serpişmeye başlamıştı ak teller. Güzel gözlerinin kenarlarında kazayakları gösteriyordu kendini usulca. Seele bu cümlenin ağırlığını omuzlarına fırlatıp gittiği vakit henüz yirmilerindeydi oysa. Çok genç, tecrübesiz, bir o kadar da aşık ve korkak. Beklemişti Bronya tabii. Sözcükleri umut denen çiçekten ekerken zihnine, boynuna sımsıkı doladığı kolları güvenden başka şey fısıldamazken yüreğine, nasıl beklemesin?

Ağlamaya başladı zavallı. Sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde boğularak değil; sessiz sessiz, gözleri değil de paramparça olmuş ruhu gözyaşı döküyormuşçasına. Her sabah bıkıp durmadan göğe asılıveren Güneş'i hâlâ Seele'nın adıyla selamlıyordu. Bıkmıştı, aşık mıydı emin bile değildi artık. Bir kez olsun duygularını söyleyememiş olmanın pişmanlığını yaşıyordu belki ya da ona bile isteye kanmış olmanın. Bile isteye diyorum çünkü denizci kızın son anlarında allayıp pullayarak sunduğu tüm olumlu hisler çorbasına karşın biliyordu Bronya; onu sevdiğini söyleyip bizzat yüreğini avuçlarına verse dahi kendini hastalıktan yataklara düşürmeye yetecek büyüklükteki aşkı yetmeyecekti onu yanında tutmaya. Denizlere, suya aşıktı Seele. Bronya hislerine karşılık alsa bile o yine ilk aşkını seçecek, Bronya'yı rakip bile görmeyen deniz kendini beğenmiş bir edayla dalgalar savuracak ve alıp götürecekti Seele'yı ondan. Bir deniz etmeyecekti hiçbir zaman onun gözünde. Sevilmeyecekti hiçbir zaman deniz kadar.

Yazık Bronya'ya. O gün Seele nereye yelken açmışsa açmış ve haklı çıkarmıştı zihnini yiyip bitiren tüm bu olasılık kokulu kemirgenleri. Takvim sayfalarının bile bıkıp saymayı bıraktığı bunca yılda bir kerecik olsun Seele'nın bildik gemisinin tanıdık direği ufuklardan müjdeci kesilip o malum gün ekilmiş umut çiçeklerini kopardığı için Bronya'nın yüzünü kızartmamıştı. Ne de çok isterdi yüzünün bu uğurda kızarmasını oysa, ah bir bilseniz. O dönseydi de utançtan yerin dibine girseydi, o gelip bir defa daha öpücükler bıraksaydı yanaklarına da başı koparılıp öldürülmüş her bir çiçek yattığı yerden doğrulup "Ben sana demiştim," deseydi keşke.

Seele'nın başka başka seyahatlerinin birinde, çok uzak ülkelerdeki bir çingeneden aldığı ve o gün bu gündür bir an olsun boynundan çıkarmadığı kolyeyi işte o an çıkardı Bronya. Taşı kırmızı, gümüş ve oldukça sade bir kolyeydi bu. Çok güzeldi, nereden geldiğini bilmediği fakat bir yerlerden uçup gelmiş ve üzerine öylece konuvermiş bir kuş gibi başından beri orada duran bir iki ufak çentiği okşamayı pek severdi. Farkında bile olmadığı bazı zamanlar, özellikle Seele'nın varlığına yanı başında ihtiyaç duyduğunda, zincirini parmaklarından rastgele birine dolar ve kolyeyle konuşurdu. Karşısında Seele varmış, kolyenin kırmızı taşının görünmeyen derinliklerinde bir zindanın en içine hapsolmuş da bunca zamandır yanındaymış gibi gelir; tüm sıkıntılarının yükünü şuncacık şey sırtlanırmış gibi hissederdi. Şimdiyse bu ufak hazine bir gemi halatının yegane taklitçisi kesilmiş lakin intihar ipinden başka şey olmayı becerememiş de onu usul usul sonsuz uykuya çağıran ölüm meleğinin ta kendisine dönüşüvermişti sanki. Ne olmuştu bir anda? Zaten ailesi gördüğü o tek kişinin döneceğine dair umutlarını hiç etmişti çoktan; hâlihazırda belirttik, öncesinde bile farkındaydı her şeyin. Ne diyeydi boğazını sıktığını sandığı o görünmez ölüm çemberi, ne diyeydi tiksinç bir çöpten ibaretmiş gibi tüm sırlarının ortağını denize fırlatıp atışı bir anda?

Bronya'nın hediyesini bir şıp sesiyle kabul etti deniz. Uğultusuna hüznü yolcu etmiş rüzgarsa kendi işiyle öyle meşguldü ki uğraşmamıştı bu şıp sesini Bronya'ya duyurmaya. Öylece, sessiz ve izsiz gözlerden kayboldu biriciğinden geriye kalan tek hatıra. Artık Seele'nın bir zamanlar var olduğuna dair kendini inandıracağı o kolyeye de sahip değildi işte. Yine deniz kendine ait saymıştı onu da. Nefret bürümüş bakışlarını yöneltti devasa su kütlesinin görebildiği ufacık parçasına. Sanki anlamış gibi bir dalga kopardı o da kuvvetlice, sarstı iskeleyi. En ağırından küfretmişti sanki.

Gözyaşları arasından ayağa kalkıp nasıl geldiyse öyle uzaklaştı oradan Bronya. İskelede sevdiceğini andığı bunca vakitten sonra dahi hâlen beyaz elbisesinin tülden hâllice etekleri uçuşuyor, sis gözlere yarı belirgin bir perde rolünü oynamaya devam ediyordu ancak Bronya'nın bir kararı vardı değişen: bunca yıllık bekleyişin ardından Seele'nın istediği gibi olacaktı her şey. Dönmeyecek miydi? Dönmesindi. Unutmuş muydu Bronya'yı? Ne hoş, Bronya da onu unutacaktı.

O dönüş yolu Bronya'nın zihninin çatlaklarını dolduran ırmaklardan sızıp gözlerine akın eden yaşlar sayılamayacak kadar çoktu. İyi ki bilmiyordu Seele'nın çok sevdiği denizin sularına gömüldüğünü, ruhunun cesedi içerisinde geçirdiği son saniyelerde dahi Bronya'yı düşündüğünü. Yoksa o bıkkın damlalar yerini seve seve acıya bırakırdı ve Bronya bunca yıl sonra bile kolyeyi teslim edemezdi asıl sahibine, denizlere.