sen bana aitsin (ben de sana)

Harry Potter - J. K. Rowling
G
sen bana aitsin (ben de sana)
Summary
"Bu kadar büyüleyici bulduğum şey," dedi Riddle ve yaklaştı. "Sensin." Harry'nin sırtı ortak salonun serin duvarına yaslanana kadar üzerine doğru yürüdü. "Neden biliyor musun?""Hayır. Ve dürüst olmak gerekirse Riddle, umrumda değil."Uzun genç sırıttı, duyduklarından memnun olmuş gibiydi. "İşte bu. Bu halin." Ellerinden biri havalandı ve Harry'nin yüzüne düşen saç tutamlarını kenara doğru itti. "Nathan Ciro bana bakmak şöyle dursun, kendi gölgesinden bile korkan bir omurgasızın tekiydi. Ama sen..."Daha da yaklaştı, "Sen her an beni bıçaklamak üzereymişsin gibi bakıyorsun.".Geçirdiği talihsiz bir kaza sonucu, Seherbaz Harry Potter kendini 14 yaşındaki Nathan Ciro'nun bedeninde bulur. İntihar ederek hayatını sonlandırmayı denemiş ve işkenceye uğramış bir Slytherin'in bedeninde... Bu garip çıkmazına cevaplar ararken kafasında soru işaretleriyle Hogwarts'a geri döner. Dönmesiyle beraber öğrenciler ve öğretmenler arasında bir şaşkınlık dalgasının da baş göstermesi bir olmuştur. Özellikle de önceki pısırık çocukla uğraşmadıklarını anlamaya başladıklarında. [A Turkish translation of 'you belong to me (i belong to you)' by Child_OTKW.]
All Chapters

Bölüm 4

  Harry malikanenin arka girişine yaklaştığında koşuşunu yavaşlattı. Kapıyı açarken nefesini düzenledi ve etrafını saran sıcacık havanın tadını çıkararak içeri girdi.

  Mutfağa doğru yürüdü ve kendine biraz su aldı. Gözleri kusursuz fayanslar ve cilalı mutfak eşyalarının üzerinde yavaşça gezinirken suyunu usul usul yudumladı.

  Bitirdiğinde ağzını sildi ve azıcık deterjanla bardağı yıkayıp kuruması için tepsiye yerleştirdi. Islak ellerini pantolonuna sildikten sonra tezgaha yaslandı, sabah koşusunun yorgunluğu kendini hissettirmeye başlarken biraz soluklandı.

  Simon, Hogwarts’a gideli bir haftadan fazla olmuştu. Harry öbür genci özlediğini söylese kesinlikle yalan söylüyor olurdu.

  Yalnız başına olmayı tercih ederdi.

  Hem Cynthia hem de Benedict ilk birkaç gün sürekli yanında durmuş, birkaç saniye gözlerini ayıracak olsalar buharlaşıp uçacakmış gibi davranmışlardı. Harry onların endişesini anlayabiliyordu. Ancak yapabildiği en açık şekilde - devamlı olarak yanında kalmalarına ihtiyaç duymadığını belirtmişti.

  Gerçekten on dört yaşında hafıza kaybı geçirmiş bir genç olsaydı, tabi ki dikkatlerini üzerinde hissetmek ve onlarla iletişim kurmak isterdi.

  Ama onlar Harry’nin ailesi değildi ve bu hayat onun hayatı değildi. Harry kazara onlara bağlanmaktansa, planlarını kurarken ve uygularken yalnız kalmayı tercih ederdi.

  Kendini tanıyordu. İnsanlara yardım etme konusunda birazcık zaafı olduğunun farkındaydı. Peki – belki de ‘birazcık’ olmanın ötesindeydi ama olsun. Bir tehlike anında başkasına yardımcı olabileceğini düşünürse direkt aksiyona geçer, sonra bu pervasız hareketlerinden dolayı arkadaşlarının onu azarlamaktan geri durmayacağını bilirdi.

  İşte bu yüzden Ciro’lardan olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Birine yardım etmeye karar verdiğinde o kişinin iyi olduğundan emin olana kadar yanında kalırdı. Ve onlara oğullarını geri vermeyi ne kadar çok arzu etse de Harry’nin birincil önceliği evine geri dönmek olacaktı.

  Evine, Ginny’e, Weasley'lere, Ron ve Hermione’ye... Arkadaşlarına, işine ve fazlasıyla güzel hayatına.

  Seherbaz departmanında masasında duran yüzüğü ve yapmakta olduğu o aptal romantik planları düşündü. Angela’nın hamilelikle şişmiş karnını, Ron ve Hermione’nin birkaç ay sonra yapılacak olan düğünlerini düşündü.

  Geri dönme planlarına başlayabilmesi için bir an önce Hogwarts’a gitmek zorundaydı. Burada kaldığı süre ne kadar artarsa, bu insanların hayatlarına saplanıp kalma olasılığı da o kadar artardı. Bu da olaya dahil olan herkes için felaket demekti.

  Son zamanlarda ona iyi gelen tek iyi şey fizik tedavi ve vücut koordinasyonunu düzeltmek için yaptığı egzersizlerdi. Sonunda uzuvlarını bir problem olmadan hareket ettirmeye başlamıştı.

  Simon’ın Hogwarts’a gitmek için evden ayrıldığı gün, Harry bir kez daha muayene olmaya Şifacı Johnson’a götürülmüştü. Adam onlara bir sandık dolusu iksir ve yanında iksirlerin nasıl kullanılması gerektiğini açıklayan uzun parşömenler vermişti.

  Harry, Johnson konuşmaya devam ettiğinde sanki onlar hakkında hiçbir şey bilmiyormuş gibi safça başını sallamıştı. Bu prosedürlerin neredeyse tamamına, daha önceden yaşadığı hastaneye yatırılma deneyimlerinden aşina değilmiş gibi davranması gerekmişti.

  Ek olarak şifacı, ona vücudunun dengesini düzeltecek ve komadayken kaybettiği kiloları geri kazanmasını sağlayacak bir diyet ve basit bir egzersiz programı vermişti.

  Egzersizler onun için aşırı derecede kolaydı. Bu yüzden Harry hızlı bir şekilde şimdiki vücudunun dayanabileceği sınırları belirlemiş ve birkaç ayarlamayla kendi spor rutinini uygulamaya karar vermişti.

  Cynthia ve Benedict egzersiz tedavisini kendi kendine yapabiliyor olmasından gayet memnunlardı. Ancak yaptığı egzersizlerin şifacının değil de kendi hazırladığı program olduğunu bilmiyorlardı.

  Hermione burada olsaydı şifacının talimatlarını göz ardı ettiği için muhtemelen onu sağlam bir şekilde pataklardı, ama Harry bedeninin sadece sağlıklı olmasını istemiyordu. Aynı zamanda daha güçlü ve daha hızlı olmalıydı. Geleceğin getireceklerine olabildiğince hazır olması gerekiyordu, çünkü kelimenin tam anlamıyla onu neyin beklediği hakkında en ufak bir fikri yoktu.

  Egzersiz programının odağına ağırlık kaldırmayı da eklemişti. Nathan’ın vücudunu ortalama bir vücuttan fazlasıyla fit bir vücuda getirme konusunda oldukça kararlıydı.

  Ve kim bilir, kendi zamanına geri döndüğünde ve Nathan vücudunu geri aldığında – Tanrım lütfen onun sonsuza dek kaybolup gitmesine izin verme – sahip olduğu yeni fiziğe hoş bir şekilde şaşırabilirdi.

  Mutfaktaki işi bittiğinde, günün bu saatinde boş olduğunu bildiği oturma odasına geçti.

  Derin bir nefes alarak şınav pozisyonu aldı. Bu vücuttaki şınav rekoru yirmi birdi. Harry dizginleri eline almadan önce Nathan’ın sıska küçük bir genç olduğu göze alındığında, hiç de fena bir sayı sayılmazdı.

  İki hafta içinde en azından otuz beşe ulaşabilmeyi planlıyordu. İksirler ve yaptığı diyetin yardımıyla hedefine ulaşabileceğinden emindi.

  Johnson diyet planını özellikle kilo almasına yardımcı olmak için tasarlamıştı. Nathan ergenliğinin ortasında gelişimine hala devam eden gençti. Esnek bir vücuda sahipti ve bu da kas yapmaya başlamak için mükemmel durumda olduğu anlamına geliyordu.

  Harry’nin yaptığı tek şey sürecin ilerlemesini hızlandırmak için elinden geleni yapmak olmuştu.

  İlk on beş şınavı kolaylıkla yapmıştı. Ancak on sekizincisine ulaştığında kolları titremeye başladı. Dişlerini sıktı ve kendini biraz daha zorladı. Benliğinde yer etmiş olan inatçılık ona yirmi ikinci şınava ulaşabilmesi için ihtiyaç duyduğu ekstra gücü vermişti.

  Harry derin bir nefes alarak yavaş bir şekilde dinlenme pozuna geçti.

  Bu durum cidden sinirlerini bozuyordu. Bu kadar zayıf bir bedene hapsolmak ve eski gücünü geri kazanabilmek için bu kadar uğraşmak zorunda kalması onu hem zihnen hem de bedenen çok yoruyordu.

  Zihni haricinde kendisiyle beraber zamanda – ve mekanda –  yolculuk yapan tek şey büyü gücüydü. Bu onu hem rahatlatıyor hem de inanılmaz derecede endişelendiriyordu.

  Büyüsünün onunla birlikte gelmiş olması rahatlatıcıydı. Ama aynı zamanda oldukça korkunç bir şeydi, çünkü ailesi ve şifacısı bunu biliyorlardı.

  Cynthia ve Benedict'e söylediğinde, Johnson'ın yüzünde beliren ifadeyi anımsadı.

  "Lord ve Leydi Ciro, Nathan," diye selamladı Johnson gergin bir gülümsemeyle. Parmakları, aralarında koruyucu bir bariyer gibi tuttuğu dosyanın üzerinde endişeyle geziniyordu.

  Harry şifacının sergilediği içgüdüsel savunma mekanizmasını gördüğünde hafifçe kaşlarını çattı ve gözlerini açıkça bir şeyden rahatsız olduğu belli olan adamın üzerinde gezdirdi. Karşısındaki adamın alnının hafifçe terlemiş olduğunu fark ettiğinde ve başını yana eğdi. Testlerinde, deneyimli ve soğukkanlı olan bir şifacıyı bu kadar bariz bir şekilde etkileyebilecek kadar kötü bir şey mi vardı?

  "Şifacı Johnson," Benedict başıyla selam verdi, büyük eli onu desteklemek için Harry'nin omzundaydı. Harry, adamın tutuşundan kurtulmak için kendini geri çekmek istiyordu, ama sonradan bunun çok göze batacağını düşünerek vazgeçmişti. “Nathan’ın durumu nasıl, bir gelişme var mı?"

  "Bir de..." diye ekledi Cynthia, "Nathan’ın iksirleri hazır mı?"

  Johnson'ın gülümsemesi seğirdi. "Evet, bu konuda size söylemek istediğim birkaç şey var ve evet - iksirleri bu öğleden sonra almaya gelebilirsiniz."

  “Öğleden sonra hazır olacaksa, bizi neden erkenden çağırdınız?”

  Johnson’ın parmakları hissettiği stres yüzünden yeniden dosya üzerinde hareketlenmeye başlamıştı. Dudaklarını yalayarak konuşmaya başladı. “Nathan üzerinde yaptığımız son testlerde bazı... Tuhaf bulgulara rastladık. Sonuçları öğleden sonra göstermektense şimdi göstermenin daha iyi olacağını düşündüm."

  Benedict’in omzundaki eli sıkılaşırken, Harry tutuştan iyiden iyiye rahatsız olmaya başlamıştı bile. Harry dudaklarını büzdü ve dosyayı işaret ederek sordu. “Elinizdeki nedir?” Johnson’ın gözleri onunla buluştuğunda, yüzünde yarı dalgın ve yarı kafası karışmış bir ifade vardı.

  “Bu dosyada, büyünle ilgili bazı çıkarımlar var Nathan.”

  Harry ileriye doğru eğildiğinde vücudu gerilmişti. “Yanlış giden bir şeyler mi var?”

  Büyüsühakkında garip durum ya da aksaklık hissetmemişti Harry. Her zaman olduğu gibi çalışıyor, teninin altında arkadaşça dolaşıyordu. Büyüsünün varlığı ona burada güven veren tek şeydi.

  Harry'nin kalbi sıkıştı. Ya onda fark etmediği bir yanlışlık varsa? Ya büyüsü bozulduysa? Daha öncesinde büyülü özünü etkileyen ciddi bir sorunla karşılaşmamıştı. Öze zarar veren karanlık ve tehlikeli lanetler olduğunu biliyordu. Ama gerçekten özüne bir şey olsaydı, şimdiye kadar bir şeyler hissetmesi gerekmez miydi?

  “Yanlış olan hiçbir şey yok. Sadece-"

  Kaçamak cevaplardan bıkan Harry, dosyayı almak için uzandı. Johnson, daha o elindekine uzanamadan çabucak Benedict’e uzattı. Harry, onu çocuk yerine koydukları ve bu kadar üstüne titredikleri için onlardan cidden nefret etmişti.

  Hızla yükselen öfkesi Benedict’in gerildiğini görmesiyle duruldu. “Bu ne anlama geliyor?” Benedict dosyayı Cynthia’ya uzatırken sordu. Harry gözleriyle dosyayı takip ederken birden uzanıp alma isteğini güç bela bastırmıştı.

  Dosyadaki  bilgiler onunla ilgiliydi. Aralarında dosyayı görmesi gereken birisi varsa o kişi kendisi olmalıydı değil mi?

  Cynthia dosyadakileri okurken kaşlarını çattı. Okumayı bitirdikten sonra dikkatini tamamen Johnson’a odaklayarak konuştu. “Cidden... Çok mantıksız.”

  Johnson endişeyle ellerini ovuşturarak konuştu. “Böyle bir şeyin nasıl olabileceğiyle alakalı en ufak bir fikrimiz yok. Daha önce buna benzer bir olayla karşılaşmadım. Tam anlamıyla emsalsiz bir vaka...”

  Harry daha fazla dayanamadı ve dosyayı kibarca Cynthia’nın güçsüz parmaklarından çekti. Gözleri hızlı bir şekilde onları bu derece şaşırtan bilgiler üzerinde dolaşmaya başladı.

  “Ama… Nathan'ın büyü gücü nasıl öncesinden daha fazla olabilir ki?”

  Harry, onlar aralarında konuşmaya devam ederken sonuçları okumayı bitirdi ve başını kaldırdı.

  Oldukça ilginçti. Daha fazla sihir mi? Öncekinden daha farklı hissetmiyordu, ama büyük ihtimalle bu durum kendi büyüsünü beraberinde getirdiği içindi. Böyle düşününce her şey tuhaf bir şekilde mantıklı gelmeye başlamıştı.

  Harry oldukça gelişmiş bir büyülü öze sahipti. Çocukken bile yaşıtlarının çoğundan daha güçlüydü. Sadece zihnini, kendini geliştirmeye adayacak kadar sabırlı değildi o kadar. Savaşta mücadele etmek ve Seherbaz eğitimi almak sihri üzerindeki kontrolünü geliştirmesine yardımcı olmuştu  

  Harry, önüne gelene bundan bahsetmemesine rağmen İngiltere’deki en güçlü büyücülerden biriydi. Eğer tüm sihrini yanında getirdiyse – ki bunun doğruluğu neredeyse kesinleşmişti – etrafındaki herkesin neden bu kadar şaşkın ve endişeli olduğunu anlayabiliyordu.

  On dört yaşında bir genç, Harry’nin büyü gücüne sahip olamazdı. Harry ortalama bir büyü miktarına sahip bir yetişkin olsa dahi, bu hala on dört yaşındaki biri için fazlasıyla absürt dururdu. Bu kadar yüksek ölçtükleri için büyük ihtimalle onda bir şeylerin çok yanlış olduğunu düşünüyorlardı.

  Ancak Johnson’ın tek yaptığı şey çaresiz bir şekilde omuzlarını silkmek olmuştu.

  Hepsi ona bakmak için döndüğünde, Harry yüz ifadesinin kafası karışmış ve biraz da korkmuş bir halde tutmak için çabaladı. “İyiyim ama değil mi?” diye sordu, hafifçe titreyen bir sesle.

  Cynthia ve Benedict Harry’nin bu hareketiyle resmen erimişlerdi. Johnson ise gözlerinde yeşermeye başlayan şefkat tomurcuklarıyla onu izliyordu. “Evet, vücudunda sihir düzeyinin yüksekliğinden kaynaklanan olumsuz bir tepki gözlemlemedik. Uyandığında büyü yapmayı denedin mi Nathan? Denediysen herhangi bir rahatsızlık veya gariplik hissettin mi”

  Asasız büyü sayılıyor mu, diye düşündü Harry. Ama tabi ki bunu onlara söylemeyecekti. “Hayır, henüz bir asam bile yok.”

  On dört yaşındakiler nadiren asasız büyü yapabilirlerdi. O da genelde kazara olurdu. Harry asasız büyü yapabildiğini söylerse büyük ihtimalle şu anda olduğundan daha şüpheli bir duruma düşecekti.

  Johnson, Ciro'lara dönerek konuştu, “Belki de Nathan’ın sihrini yeniden kullanmaya başlaması en iyisidir. Yeni güç düzeyine ne kadar çabuk alışırsa, onun için o kadar iyi olur.”

  Harry bunları düşünürken, şınav çekmek için yattığı yerden kalktı ve derin bir nefes aldı. O günkü muayeneden sonra eve dönüşleri gerçekten çok rahatsız hissettirmişti. Kendi gücüne şaşırmış gibi yapmak düşündüğünden daha çok çaba harcamasına yol açmıştı.

  Olan tek pozitif şey, ona yeni bir asa alınmasına karar verilmesi olmuştu. Nathan’ın kendi asasının saldırı esnasında çalındığı ve suçluların hala bulunamadığı göz önüne alındığında, Harry, Ciroları yeni bir asa almanın daha mantıklı olacağına ikna etmişti.

  Bu da eninde sonunda malikanenin sınırlarından dışarıya çıkmasına izin verileceği anlamına geliyordu. Dışarı tekrardan çıkacağı için bu kadar heyecanlanacağını düşünemezdi Harry.

  “Ah, Nathan.”

  Harry döndüğünde Benedict’in salon kapısı önünde beklediğini gördü. Bu Harry’i ne kadar rahatsız etse de, zaman geçtikçe Nathan’ın ismine tepki verme süresi kısalıyordu. Arada sırada karşılık vermeyi unuttuğu zamanlar oluyordu, ama yine de kendisini geliştirmeye devam ediyordu.

  “Merhaba,” dedi, adamla yüz yüze konuşabilmek için vücudunu döndürürken. Ellerini kalçalarına yerleştirdi ve onu izleyen Benedict’i baktı. “Bir sorun mu var?”

  “Hayır, hayır. Sadece salonda olmanı beklemiyordum.”

  “Gitmemi istersen gidebilirim?”

  “Hayır, açıkçası bir konu hakkında konuşup konuşamayacağımızı merak ediyordum?”

  Harry omuzlarını silkti ve salonun sağ tarafında duran koltuklardan birisine yerleşti. Benedict’se elleri kucağında, kaşları hafifçe çatılmış bir vaziyette karşısına oturmuştu.

  “Nasılsın?” diyerek ortamı yumuşatmaya çalıştı Harry, aralarındaki sessizlik devam ettiğinde.

  Benedict ona garip bir bakış atarak başını salladı ve konuşmaya başladı. “Annen ve ben bu öğle sana yeni bir asa almak için Diagon Yolu’na gitmeyi planlıyoruz. Senin için de uygunsa tabi," dedi dikkatli ve sakin bir ses tonuyla.

  Sırıtmamak için tüm gücünü kullanması gerekmişti. Başını onaylayan bir şekilde salladıktan sonra konuştu. “Kulağa gayet iyi bir plan gibi geliyor. Ben gidip üzerimi değiştireyim.”

  “Tabi ki,” dedi Benedict, kederle gülümseyerek. “Ne zaman hazır olursan o zaman çıkarız.”

  Harry heyecanlı bir şekilde odadan çıktı ve giyecek bir şeyler ararken dudaklarının yukarı doğru kıvrılmasına izin verdi. Rekor bir zamanda giyinip aşağı inmiş, evin girişinde Ciro’ların gelmesini bekliyordu.

  Cynthia, Harry’nin kapının önünde beklediğini gördüğünde sarıldı. Dokunuşundan uzaklaşmadığını görünce cesaretlenerek uzandı ve saçlarını okşamaya başladı. Harry, Cynthia’nın ilgisine göz yumarak saçlarının düzeltilmesine izin verdi. Saçlarını tarama alışkanlığı olmadığının farkındaydı. Karmaşa içinde, kuş yuvasına benzeyen bir saça sahip olmaya o kadar alışmıştı ki saçlarını taramak hiçbir zaman Harry’nin önceliği olmamıştı.

  Ne yazık ki, şu an bakım görmeye ihtiyaç duyan saç tutamlarıyla uğraşmak zorundaydı. Bu Harry için kazanılması oldukça zor bir alışkanlıktı.

  “Pekala,” Cynthia geriye doğru adımlarken konuştu, Harry’nin derli toplu görünüşünden memnun olmuş gibiydi. “Üzerine bir şeyler aldın mı? Bugün hava oldukça serin.”

  Harry ona biraz önce dışarıda koştuğunu söylemeyi çok isterdi. Soğuk olduğunun zaten farkındaydı, ama askıdaki kalın cüppeye uzanırken susmayı tercih etmişti. Cüppeyi üzerine geçirirken yüzünde huysuz bir ifadenin izleri vardı.

  “Mükemmel. Benedict, sevgilim, hazır mısın?”

  Harry göz devirişini saklamak için başını öne eğdi ve kapıyı açtı. Evin samimi sıcaklığından uzaklaşırken Benedict ve Cynthia ikilisi gerisinde kalmıştı.

.

.

.

  Diagon Yolu tam anlamıyla ölüydü.

  Peki. Belki de tamamen değil, ama kendi zamanıyla karşılaştırıldığında bu hali yürüyen bir ölü kadar canlıydı. İnsanlar aceleci adımlarla gidecekleri yerlere yürüyorlar, ortamı saran kasvetli havanın da etkisiyle endişeli gözlerle etraflarını izliyorlardı.

  Harry kaşlarını çatarak etrafa baktı. “Neden bu kadar ıssız?” Sessiz bir şekilde sorduğunda, Ciro’lar ona önce şaşkınlıkla baktılar. Çok geçmeden bakışları anlayışlı bir havaya bürünmüştü.

  “Ah, ne kadar aptalız.” Cynthia mırıldandı, Harry’i durdurup ellerini omuzlarına yerleştirirken. “Şu anda devam etmekte olan bir muggle savaşı var, Nathan. Oldukça tehlikeli ve geniş çaplı bir savaş... Bizim türümüz direkt olarak dahil olmasa bile, bu atmosferden ve getirdiği hislerden kaçmak zor.”

  Harry tam anlamıyla bir aptal gibi hissederken gözlerini kırpıştırdı. 1942 yılındalardı. İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında. Tanrım, cidden salağın tekiydi.

  Tabi ki de Diagon Yolu iç karartıcı derecede boş olacaktı. Bitmek bilmeyen hava saldırılarının anıları hala taze olmalıydı.

  Bu, Büyücülük Dünyası’nın muggle silahlarının ne kadar ölümcül olmaya başladığını anladığı zamanlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın etkisi oldukça yıkıcı olmuştu, ama  iki savaş arasında geçen zaman biraz olsun büyücülerin korkularını yatıştırmıştı.

  Şimdi o korkular boğucu bir şekilde tekrardan gün yüzüne çıkıyordu.

  Harry ağır ağır nefes alırken alnını ovuşturdu. En azından, savaşın 1945 yılında biteceğini biliyordu. Dumbledore’un Grindelwald’ı yenilgiye uğratması halklar arasındaki düşmanlığın son bulmasında büyük bir adım olmuştu.

  Savaşın bitmesine daha iki yıl vardı. Ve bu da, buraya hapsolduğu zaman boyunca kaçtığını düşündüğü aynı korku ve trajediyle çevrili olacağı anlamına geliyordu.

  Açık alanda bulunmaktan rahatsız görünen Ciro’ların, kendini çekiştirmesine izin verdi.

  Harry Ollivander’ın dükkanına girdiklerinde, buraya geldiği ilk anı hatırladı. Omuzlarındaki stresin büyük bir çoğunluğu, raflarda üst üste duran asa kutularını gördüğünde uçup gitmişti bile.

  Tanıdık bir yüzü görmenin heyecanıyla gözleri adamı aradı. Harry’nin kim olduğunu bilmese dahi önemli değildi, sadece görmeliydi o kadar.

  “Bay Ollivander?”

  İlk seferkine çok benzer bir şekilde, Ollivander nereden geldiği belli olmayan bir şekilde ortaya çıkmış, kocaman gözler ve camsı bakışlarla onları karşılamıştı. Harry garip büyücüyü gördüğünde sırıtmasına engel olmak zorunda kalmıştı.

  “Ah, Lord ve Leydi Ciro. Ve yanınızdaki de genç Nathan olmalı. Hoşgeldiniz.” Ollivander onlara baktığında, gözleri merakla Harry’nin üzerinde takılı kalmıştı. Harry adamın kendisinde farklı bir şeylerin olduğunu hissedip hissetmediğini merak etti. Bu düşünceyle hafiften nefesi hızlanmaya başladı, ama Harry gerginlikten mi yoksa heyecandan mı olduğunu bilmiyordu.

  “Bay Ollivander,” diye konuşmaya başladı Benedict, “ Nathan’a yeni bir asa almak için buradayız. İlk asası – kayboldu.”

  Ollivander kaşlarını yavaşça çatarken Benedict’in arkasındaki duvarı izliyordu. “Öyle mi?” Dikkati tekrar Harry’e kayıncaya dek söylediği tek şey buydu. Asa yapımcısı onu dikkatle incelerken gözlerindeki sisli görünümün bir kısmı dağılmıştı.

  Adamın gözetimi altında olmak cidden rahatsız ediciydi, ama Harry daha kötülerini de görmüştü. Bu yüzden her zaman yaptığı şeyi yaptı, o da karşısındaki adamı incelemeye başladı. Hiçbir zaman arkasına bakmadan kaçan tiplerden olmamıştı.

  Ollivander’ın yüzüne sıcak ve onaylayan bir gülümseme yayılmıştı. “Pekala,” dedi, “Bir adım öne çık bakalım.”  

  Harry ona asasının hangi çeşit olduğunu söylemek için ağzını açtığında – kelimeler boğazında düğümlenmişti. Dalgın bir şekilde, Ollivander'ın asa seçebilmek için ihtiyaç duyduğu ölçümleri almasına izin verdi.

  Kendi asası onu tanır mıydı? Ollivander’ın o asayı Harry’e vermesindeki ana sebep Voldemort’la olan ortak geçmişiydi. Ancak Voldemort henüz ortalarda yoktu ve Ollivander’ın o kadar asa içinde kendi asasını kullandırma ihtimali – kazara olmadığı taktirde – yok denecek kazar azdı.

  Harry bunları düşünürken alt dudağınının iç kısmını dişledi. Etrafındakileri şüphelendirmeye değer miydi? Benedict ve Cynthia onunlayken zaten oldukça temkinli davranıyorlardı, bir de kendi asasını isteyerek şüpheleri daha da fazla üzerine çekme riskini alabilir miydi?

  Hayır, hızlı bir şekilde kararını verdi. Burada uzun bir süre kalmayı planlamıyordu. Yapması gereken şeyleri uygulamasını sağlayabilecek herhangi bir asa işini görürdü. Ve bu sayede, kendi geçmişini mahvetme ihtimali azalmış olurdu. Eğer kendi asası 1942’de Nathan Ciro’yla gitmiş olsa, 1991’deki Harry’nin alabilmesi için orada olur muydu?

  Bunu riske bile atamazdı.

  Bu yüzden orada bekledi ve kendini tekrardan asa seçmenin getirdiği o baş döndüren deneyime bıraktı.

  Gözünün önünde tatlı anılar belirmişti. Başarısız asa denemelerinden sonra, Ciro’ların endişe dolu ifadelerini ve Ollivander’ın çılgınlıkla karışık zevk dolu bakışlarını gördüğünde Harry, kıkırtısını zar zor bastırabilmişti.

  Sonunda, koyu renkli, cilalı bir asa eline tutuşturulduğunda, içine dolan sıcaklıkla gözlerini kapattı Harry. İlk asasıyla aynı olmasa da, elindekiyle aralarında kurulan bağlantı oldukça sevimliydi.

  Ollivander dikkatleri tekrar Harry’nin üzerine çekecek bir şekilde mırıldandı, meraklı gözler üzerinde dolaşıyordu. “Ne kadar da ilginç.”

  Kulağına çalınan kelimeler onu garip bir önseziyle doldurduğunda, Harry elindeki asaya şüpheli bir bakış attı. Umarım bu asa sonradan Grindelwald’ın kardeş asası falan çıkmazdı. Harry’nin, karanlık lordların ikiz asalarını seçme eğilimi göz önüne alındığında hiç de uzak bir ihtimal sayılmazdı.

  “İlginç olan nedir?” diye sordu her ihtimale karşı.

  Ollivander ona bilen bir ifadeyle gülümsediğinde Harry bir anlığına nefes almayı bıraktı.

  “Bu asa abanoz ağacından yapıldı, özünde ejderha yürek teli taşıyor. On üç buçuk inç boyunda. Boyun eğmeyen bir asa...” Asa yapımcısı seçilen asayı aldı ve kutusuna yerleştirdi. “Önceki asanızla arasında neredeyse hiçbir benzerlik yok diyebilirim Bay Ciro.” Bakışları biraz daha keskinleşirken devam etti. “Son gördüğümden bu yana epey değişmişsiniz anlaşılan.”

  Harry, Ollivander’a sorgulayan bir bakış atarak ona uzatılan kutuyu sessizce aldı. Sorular dilinin ucuna kadar gelmişti. Harry ona, bu zamana ve yere ait olmadığını anlayıp anlamadığını sormak istiyordu.

  Ancak Benedict çoktan asanın parasını ödemiş, Cynthia onu çıkışa doğru yönlendirmeye başlamıştı bile.

  “Merlin, bu adam sinirlerimi bozuyor.” Benedict bir kolunu Cynthia’ya sarmalayıp kendine doğru çekerken mırıldandı. “Haydi, şimdi eve dönmemiz lazım. Eve gittiğimizde birkaç büyü daha denersin Nathan.”

  Harry parmakları ilgiyle asa kutusunda gezinirken başını salladı. Asa yapımıyla bildiği her şeyi düşünmeye başladı.

  Ejderha yürek telinin en güçlü özlerden birisi olduğunu biliyordu. Ve abanoz ağacının da saldırı büyülerine yatkınlıkla ilgili bazı özellikler taşıdığına emindi.

  Kutuyu açtı ve cilalı asayı dikkatle inceledi. Bu asayla neler yapabileceğini görmeyi cidden çok istiyordu. Çok iyi bir düellocuydu ve dövüş büyülerinde mükemmeldi. Ejderha yürek teliyle desteklendiğinde, oldukça ilginç bir şeyler çıkacağı kesindi.

  Kutuyu cebine yerleştirdi ve malikaneye cisimlenmek için Cynthia’nın ona doğru uzattığı kolunu kavradı.

  Akşama doğru, Harry asasını tam anlamıyla kontrol edebildiğine onları ikna ettikten sonra, Harry Benedict’in çalışma odasına yaklaştı. Daha önce buraya hiç gelmemişti, dikkatli bir şekilde kapıyı çaldı. Adamın içeri gelmesini söyleyen sesini duyduğunda kapıyı açtı ve içeri girdi.

  “Selam,” dedi Harry Benedict’in ona bakmasını beklerken. Adam tüm dikkatini ona vermeden önce bir döküman daha imzaladı.

  “Bir şey mi var oğlum?” Adam kibarca sordu, bir eliyle Harry’nin koltuklardan birine oturmasını işaret ederek. Benedict’in ofisi oldukça görkemli döşenmişti, Harry odanın zenginliğine göz atabilmek için bir anlığına durdu.

  “İstediğim bir şey var. Uzun zamandır aklımda olan bir şey...”

  Benedict cesaret verici bir şekilde başını salladı. Büyük ihtimalle bu, Harry’nin ondan direkt olarak bir şeyler istediği ilk seferdi.

  Dudağını ısırdı, direkt konuya dalmak mı iyiydi yoksa düzgün bir şekilde – giriş, gelişme, sonuç olarak – istediğini söylemek mi?

  Ah, siktir et, diye düşündü. Zaten hiçbir zaman taktik yapabilen ve uygulayabilen biri olamadım.

  “Hogwarts’a geri dönmek istiyorum,” dedi Harry düz bir şekilde. İster istemez Benedict’in yüzü buruşmuş, deri koltuğunda geriye doğru yaslanmıştı. “Bana ‘hayır’ demeden önce açıklamama izin ver.” Benedict daha ağzını bile açamamışken konuşmaya devam etti.

  “On bir yaşımdan beri, zamanımın büyük bir çoğunluğunu Hogwarts’ta geçirmiş olmalıyım. Hayatımın ayları hatta yılları orada geçti. Büyük ihtimalle orası, evim haricinde, kendimi en rahat hissettiğim yerlerden biri.” ‘Evim’ kısmını kulağa garip gelmemesi için son anda eklemişti.

  “Hogwarts ikinci evim gibi ve burada kaldığım süre boyunca hiçbir şey hatırlamadığım da göz önüne alındığında...” Başını yana doğru eğerek saç tutamlarının arasından daha büyük olan adama baktı. “Anılarımı geri getirme ihtimali olabilecek bir yer varsa orası da Hogwarts olacaktır diye düşünüyorum. Sence de mantıklı değil mi?”

  Benedict kaşlarını çattı, ama ağzından Harry’e karşı çıkacak tek bir şey çıkmamıştı. Harry bunu bile kazanç olarak görüyordu.

  “Hogwarts’a geri dönmenin hatıralarını geri kazanman üzerinde faydalı olabileceğini mi düşünüyorsun?”

  Harry Benedict’in onunla aynı fikirde olmasına duyduğu umutsuzluğu deneyimli bir şekilde gizledi ve omuzlarını silkti. “Oldukça iyi bir fikir bence.”

  Harry sabırsız bir halde bir şeyler söylemesini beklerken, Benedict düşünceli bir şekilde çenesini kaşıdı.

  “Biriken işlerin ve ödevlerin ne olacak peki? Bir sürü ders kaçırdın. Sınıf arkadaşlarından aylarca geridesin. Bunun stresi sana iyi gelmeyebilir.”

  Harry ifadesini yumuşatmadan önce kaşlarının hafifçe çatılmasına izin verdi. “Bir şekilde konuları yakalayıp arayı kapatabileceğime eminim.” Harry ona güvence verirken söylediklerini yapabileceğinden emindi. Düzgün bir şekilde motive edildiğinde en azından... “Ve bazı hatıralarımın olmaması, nasıl ödev yapılacağını bilmediğim anlamına gelmez.”

  Harry Benedict’in yavaş yavaş çözüldüğünü görebiliyordu. “Sadece okula gitmenin, arkadaşlarımla beraber olmanın ve...” Nathan’ın hiç arkadaşı olmadığı aklına geldiğinde biraz bekledi Harry, “Ödev yapmak gibi tekrarlayıcı davranışların bazı hatıralarımı ya da başka bir şeyleri tetikleyebileceğini düşünüyorum.”

  Benedict kafası karışmış bir halde ona baktı ve derin bir nefes aldı.

  Harry yumruklarını sıkarak son kozunu oynadı.

  “Lütfen baba.”

  Benedict’in yüzüne yayılan şok ve mutluluğu görmek tam anlamıyla acı vericiydi. Harry kederli bir babanın bu zayıflığını kullandığı için kendini dünyanın en pislik insanı gibi hissediyordu. Öldüğünde kesinlikle cehenneme gidecekti.

  Benedict'in ifadesi sıcaklıkla yumuşamış olsa da hızlı bir şekilde tepkisini gizledi. Harry, ona ilk kez bu şekilde seslenmişti. “Peki Nathan. Cynthia’yla seni Hogwarts’a geri yollama konusunu konuşacağım. Eğer sana gerçekten yardım edeceğine inanıyorsan, o zaman ben de senin hislerine güveniyorum.”

  Harry rahatlamanın ötesinde bir minnettarlıkla adama gülümsedi. “Teşekkür ederim.” Kendini zorlayarak ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerledi. “ Teşekkür ederim,” diye tekrarladı.

  Ofisten sıvışırcasına ayrıldı ve derin bir şekilde nefes verirken kapıya yaslandı.

  Nihayet! diye düşündü mutlulukla. Sonunda Hogwarts’a geri dönebilir ve bu karmaşadan kurtulmanın yollarını arayabilirdi.
 
  Yay gibi fırlayarak eşyalarını toplamak için odasına çıktı. Harry, Benedict’in Cynthia’ya söylemesinin ve her şeyi organize etmelerinin ne kadar süreceğini bilmiyordu ama Tanrım, evine geri dönmek için sabırsızlanıyordu.

.

.

.

  Harry parmaklarını doladığı gümüş ve yeşil renkli kravatla oynadı, pürüzsüz kumaş teninde kolayca akıp gitmişti.

  “Kesin olarak emin misin?” Cynthia yüzüncü kes sordu. Harry’nin zihni ilk fırsatta kütüphaneye gitme planlarıyla o kadar meşguldü ki, onaylarken kadının yüzüne bile bakmamıştı.

  “Nathan, bunu yapmak zorunda olmadığını biliyorsun. Hazır oluncaya kadar biraz daha bekleyebilirsin.”

  “Böylesi daha iyi.” Harry nötr bir ifadeyle konuştu. Gözleri Hogwarts’ın şu anki müdürü olan Armando Dippet ve İksir profesörü Horace Slughorn’la alçak bir sesle konuşan Benedict’i izliyordu. Profesör Slughorn’u yeniden görmek Harry’de şok etkisi yaratmıştı, niye şoka girdiğini de bilmiyordu gerçi.

  Belki de İksir profesörü çok genç göründüğü içindi. Şu anki Slughorn’un gözlerinde korku veya pişmanlığın izlerinden eser bile yoktu. Aralarında geçen ciddi sohbete rağmen neşeli bir havası olan gözleri ışıl ışıl ve heyecanlıydı.

  Harry ellerini saçlarının arasından geçirdiğinde, Cynthia’nın düzeltmeye çalışma girişimlerine sinirlenmemeye çalıştı. Saçlarındaki elleri itmek istemesine rağmen kendini tutmak için bayağı çaba harcaması gerekmişti. İçinde bir kısım, dakikalar içinde Cynthia’dan uzaklaşacağı için memnundu.

  Korkunç bir düşünceydi, Cythia’nın boğucu ilgisi en sonunda Harry’nin canına tak etmişti. Tamamen rahat olmadığı insanların ona dokunması ve ilgilerini kabul etme konusunda hiçbir zaman başarılı olamamıştı.

  Baş parmağını dişlerken ayaklarını ileri geri sallamaya başladı. Üçlünün konuşmasının uzadığını görmek, Harry’i birazcık germeye başlamıştı.

  Cynthia, ayıplayan bakışlarla kibarca Harry’nin elini ağzından uzaklaştırdı.

  Tanrım, bi dur be kadın.

  “Nathan, Cynthia.”

  Harry başını çevirdiğinde diğerlerinin de onlara baktığını gördü. Benedict yaklaşmaları için el salladığında, Harry kendisini Cynthia’dan kurtardı ve aceleyle onların bulunduğu tarafa doğru yürüdü.

  “Bay Ciro, sizi yeniden aramızda görmek çok güzel,” dedi Dippet, bunların hiçbiri gerçekleşmeden önce Nathan’ı tanımadığını belli eden bir sesle. Ses tonu uzak hissettirmesine rağmen kibardı. Dumbledore’un sıcaklığından iz dahi taşımıyordu.

  “Teşekkür ederim efendim.” Bu müdürün iyi olup olmadığına dair hiçbir bilgisi olmamasına rağmen saygılı bir şekilde cevapladı. “Geri dönmek iyi hissettiriyor.”

  Dippet ona tatlı tatlı gülümsedi, Slughorn ise coşkulu bir şekilde Harry’nin elini sıkmak için öne atılmıştı. “Hoşgeldin Nathan, hoşgeldin. Yokluğunda Slytherin aynı değildi desem, yalan söylemiş olmam sanırım.”

  Harry, Nathan’ın Slughorn’un radarına girebilecek kadar ilgi çekici olup olmadığını merak ederek tek kaşını kaldırdı. Nedense öyle olmadığına emin gibiydi. Hali hazırda öğrendiklerinden, Nathan’ın dersler konusunda ortalamanın birazcık üzerinde olduğu çıkarımını yapabilmişti.

  Ancak Slughorn toplum için parıldayarak öne çıkan en değerlimücevherleri tercih ederdi.

  “Eminim öyledir,” dedi Harry. Ellerini terli tutuştan kurtarmak için çekerken Nathan’ın ebeveynlerine baktı.

  Benedict güven verircesine omzuna vurmuş, Cynthia da – gözlerinde yaşlarla – kollarında morluklar bırakacak kadar sıkı bir şekilde sarılmıştı.

  Harry son birkaç gündür kadını atlatıp durduğundan kucaklama bitene kadar gıkını bile çıkarmadı. Garip bir şekilde bu sarılmayı ona borç bilmişti.

  Cynthia yumuşak ellerini ona uzattı ve çenesini kavradı.  “Eğer her şey kaldırabileceğinden daha ağır bir hal alır ve eve gelmek istersen, yapman gereken tek şey istemek tatlım. Bunu sakın unutma.”

  “Biliyorum, teşekkür ederim.” dedi Harry, kadının ellerini rahatlatıcı bir şekilde okşarken.

  Kadını ondan ayırmak ve odadan çıkarabilmek için hem Benedict’in hem de Dippet’ın beraber uğraşması gerekmişti. Kapının kapandığı an hissettiği rahatlamayla derin bir nefes aldı Harry ve Slughorn’a dönerek talimatlarını beklemeye başladı. Slytherin ortak salonunun yerini biliyordu ancak şifrelerinin ne olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu.

  Yeni bina başkanı, onu müdürün ofisinden dışarıya doğru yönlendirirken gülümsemeye başlamıştı.

  “Şimdi Nathan, oldukça zor zamanlardan geçtiğini biliyorum, ama bilmeni isterim ki önceki seviyene ulaşmanı sağlamak için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Hiç gitmemişsin gibi hissedeceksin!” Adam içten bir şekilde kıkırdarken, bıyığı gülüşünün etkisiyle titriyordu.

  “Kazayı duyduğumuzda hepimiz senin için çok endişelendik. Slytherin öğrenciler için birçok anlama gelebilir ve aile de onlardan biri. Bu gibi zamanlarda birbirimize bağlı kalmamız lazım, değil mi?”

  Slughorn gevezeliklerine devam ederken Harry, kendi zamanında adamın en değerli mücevherlerinden biri olmanın getirisi olarak doğru zamanlarda hım’lamayı ve şaşırmış sesler çıkarmayı ihmal etmiyordu.

  Yanından geçtikleri öğrencilerin attığı bakışlar şu an daha çok ilgisini çekiyordu. Çoğu şok ve inanamamanın getirdiği bir ifadeyle ona bakakalmıştı.

  Onların dışındakiler de boş bir ifadeyle bakıyordu. Sanki baktıkları şey dikkatlerine değmeyen önemsiz bir noktaymış gibi...

  Boş bakıştan ziyade, dik dik bakıyorlardı desek daha doğru olurdu.

  Harry, Nathan’ın böyle bakışların hedefi olabilmek için ne yaptığını merak ederken bütün bakışlara teker teker karşılık verdi. Bu durum ona dördüncü yılında yaşadığı şeyleri hatırlatmıştı.

  İroni hala onun üzerinde son kozunu oynamamıştı anlaşılan.

  Slughorn Harry’i direkt olarak zindanlara yönlendirdi ve ortak salona gittiğini bildiği taş duvarın önüne geldiklerinde durdurdu. “Her hafta giriş şifresini değiştiriyoruz, bu yüzden her zaman doğru şifreyi öğrendiğine emin ol. Eğer unutursan başka birilerinden seni içeri almasını da isteyebilirsin. İşte burada, bir dene bakalım.”

  Profesör ona minik bir not kağıdı uzattı.

  “Ay tohumu.” Düz bir şekilde şifreyi söylediğinde, taş duvar açılmış ve Slytherin ortak salonunu gözler önüne sermişti.

  Odadaki her bir göz anında üzerlerine çevrildi. Harry, ona bakan gözlerde fazlasıyla aç bir şeylerin dolaştığını gördüğünde, derinlerden gelen bir ürperti hissetti.

  Ah, bu durum cidden herkesi şok edecek, diye düşündü Harry, Slughorn onu içeriye yönlendirirken 

  Onu karşılayan sessizlik her hatlarıyla düşmanca görünüyordu.

Slughorn, onun durumunu anlatıp diğer öğrencilere destek ve rehberlik sağlamaları için önerilerde bulunan kısa konuşmasını yaparken adamı pek de dinliyor sayılmazdı.

  “Tabi ki, Profesör Slughorn,” dedi bir öğrenci, kibar bir gülümsemeyle öne çıkarak. Ondan büyük gibiydi, muhtemelen altıncı ya da yedinci sınıftı. Gözlerinde Dudley’in bir zamanlar sahip olduğu yırtıcı parıltının aynısından vardı. Harry bıkkınlıkla sızlanmak istedi.

  “Ona çok iyi bakacağız.”

  “Mükemmel!” Slughorn sırtına vurduğunda hissettiği darbeyle sendeledi Harry. Homurdanmaktan kendini alamamıştı. Etraftakilerin bazıları bu harekete gülmeye başladığında kaşlarını çattı. “Bunu duydunuz mu Bay Ciro? Eğer herhangi bir sorununuz olursa, Bay Carrow size yardımcı olacak. Size göz kulak olacak.”

  Carrow mu? Boku yedim.

  “Tabi,” dedi Harry, yoğun bakışlarla Carrow’u izlerken. Onu kategorize etmek oldukça kolaydı.

  Hepsini ayrı ayrı kategorize etmenin gereksiz olduğunu da düşünüyordu. Buradaki herkesi düşman olarak etiketlemek onun için kesinlikle daha az zahmetli bir iş olurdu.

  Slughorn kararından emin bir şekilde başını salladıktan sonra ortak salondan çıkarken sessizce izledi Harry. Kapının kapanmasıyla beraber etrafındaki hava sıcaklığı birkaç derece birden düşmüş gibi hissettirmişti.

  Bir kol mengene gibi omuzlarına dolandığında Harry kendini zorla birinin yanına çekilir bir halde bulmuştu. Başını kaldırdığında Carrow'un ona otuz iki dişini birden göstererek gülümsediğini gördü. Gözleri avını parçalamak üzere olan bir yırtıcı gibi Harry'nin bütün hareketlerini izliyordu.

  “Tekrardan hoşgeldin Nat. Geri döndüğüne çok sevindim," dedi başka bir genç diğer tarafında bittiğinde.

  Harry bir anlığına başını öne doğru eğdi ve göğsündeki uğultuyu dizginleyebilmek için gözlerini kapattı. Bu his, kavga etmeye başlamadan önce hissettiği adrenalinin tıpatıp aynısıydı.

  Bakışlarını tepesindeki gençlere çevirmeden önce yumruklarını sıktı ve derin bir nefes aldı. Başını hafifçe yana doğru eğerek gözlerini açtı.

  Elinizden geleni ardınıza koymayın veletler.

Sign in to leave a review.